28 Mart 2008 Cuma

FossurGama Sunar: Diş.

Dişçi koltuğunda, uyuşturucu iğneden iki adet yese de inlemesi kesilmeyen Nuri’nin azı dişi çekiştirilip duruluyordu yumuşacık bir doktor eli tarafından. “Aıhh!” diye bir ses. Ve birden pensede kalıverince diş geriye sendeleyip zar zor toparladı kendini doktor. Sonra “İyisiniz değil mi, geçti gitti işte,” dedi. “Bakın, yaramaz dişimiz de bur…” Lafını kesip dişi döndürdü pense benzeri aletin ucunda. Sonra yaklaştırdı başını hafif ve sanki gözleri büyüdü.
Kan ve balgam dolu ağzıyla “Noolfddu?” şeklinde bir şeyler geveledi Nuri. Meraklanmıştı. Sanki dişine kanser atlamış ya da bir orada bir keçi boku duruyormuş gibi öyle şüpheli şüpheli ne bakıyordu bu herif de be!
“Yok bi şey, yok da, dur bi bakalım…” Yürüyüp masasına otururken asistanını da yanına çağırdı dişçi. “Hımm,” dedi biraz sonra o da. “Çok ilginç,” diye söylendiler ardından. Eğilip uzayan bir büyüteci yanlarına çekmişlerdi ve oldukça ciddi görünüyorlardı.
Balgamı suyla tükürüp ayağa kalktı Nuri çenesindeki uyuşukluğu falan unutarak. “Noolufyo yaa! Bi şey mi vaar doktoo bey?”
“Şeey,” dedi adam. “Sanki dişinizin ortasına bir oyuk açılmış da bir şeyler sokulmuş gibi görünüyor. Hiç görmedim böyle bir şey. Nano teknolojiyle falan yapılmış olmalı…”
“Afedersiniz,” dedi asistan gözlerini kısarak. “Casus musunuz yoksa?”
“Ne casusu yaa,” dedi Nuri. “Nerden çıktı şimdi bunlar. Allaallaaa!”
Ve bundan sonra işler daha da çetrefilleşti. Hemen telefonlar edildi. Nuri ve diğer dolgusu yerinde bekler, o da söylenip dururken doktorlar laboratuarda toplanıp olayı çözüme ulaştırmak için var güçleriyle çalışmaya başladılar. Diş kesilip, söz konusu küçücük şerit ortaya çıkarıldığında polisler de olay yerine varmışlardı. Hastanenin en güçlü mikroskobu da bir hademenin elinde ortadaki masaya getirilip konduğunda tüm doktorlar ve araya sıkışabilen herkes acaba profesör doktor Ahmet Kumcu’nun ağzından ne çıkacak diye beklemekteydi.
Hafif daha yaklaştı ve hecelemeye başladı profesör. “Buuu…”
Çekildi geriye birden ve şaşkın bir halde tepesine toplaşmış doktor kadrosunu süzdü.
“Evet hocam,” dedi birisi. “Bu!”
“Bu dişi çeken ibnedir yazıyor arkadaşlar!”

FossurGama Sunar: Foto Finiş

Atlar kumlu pistte delice bir hızla gider, jokeyler kısa kırbaçlarını kaba etlerine indirirken, Gökhan bir eliyle arkadaşının ceketini yakalamış, sarsıyor, “Kop da gel be oğlum, üzme bizi be, hadi lan!” diye bağırıp duruyordu. Fakat tüm o sert sözler birbirine girmiş üzgün kaşların, ağlamık suratın çaresizliğini örtemiyordu. Arkadaşıyla birlikte son paralarını da şu Selamet denen ata yatırmışlardı ve liderin beş metre gerisinden geldiğine göre, şu son düzlük onların yıkımı olacak, bir daha bellerini falan toparlayamayacaklar demekti. Nasıl da inanmışlardı lan şu orospu çocuğu Hamdi’ye. Aaah ah!
“Hadi be yavrum, yürü bee!” Ses acıklı bir şekilde titrerken metreler nalların altında eriyip gitti. “Kop da gel be yavrum!” Son otuz metre. Durdu Gökhan. Bağırmayı bıraktı, bir dakika kadar önce sesi soluğu kesilen arkadaşı gibi. “Yandık anasını satayım, yandık ki ne yandık” dedi ve o sırada patladı bir silah. Yankılar uçuşurken Gökhan öndeki atın tökezleyip yuvarlandığını, jokeyinin savrulup gittiğini gördü. Dilini yutmuştu herkes. Sessizliğin içinde döndü ve Serdar’a baktı yutkunarak. Elindeki silahı indirip “Sen paraları al,” dedi arkadaşı. “Karıma, çocuğuma bakarsın. Ben yatarım bir süre çıkarım!”

14 Mart 2008 Cuma

FossurGama Sunar: Kraliçe

Çimenlere serilmiş, küçük beyaz bulutların geçişini izleyerek kır havasının tadını çıkarmaya çalışıyordu Yavuz. Ama onu bir süredir rahatsız eden şeye dayanamadan tekrar dikildi. Bir ses. O pastoral atmosferle, insanlardan, evlerden arınmış saf yeşillikle alakası olmayan bir ses. Ayağa kalktı ve kulağını iyice vererek ilerledi. Yürüdü yürümesine ama bir mırıldanmadan öteye geçmeyen o lanet olası gürültünün kaynağına bir türlü ulaşamadı. Ne var ki yükselmişti ses. Sonra birden döndü. Olabilir mi dedi içinden. Soru falan sorma zamanı değildi. Yürüdü temkinli adımlarla. Telleri atlayıp geçti. Soluğunu bile tuttu kutunun oraya varırken. Hayvanları kızdırmamaya dikkat ederek yavaşça eğildi ve güçlü soprano ses kulaklarına gayet net, içerideki çeperlerde doğan yankılarla ulaşıverdi.
Seda Sayan’ın Geri Gel’ini neredeyse aynen söylüyordu kovandaki Kraliçe Arı!

FossurGama Sunar: Tahammülsüz

Zafer denen adam, otostop yapan kızı arabasına alalı on dakika ya olmuş ya olmamıştır. Bu süre zarfında bir şeyler konuşmuşlar, hatta kız birkaç kere gülmüştür bile. Sorar Zafer fırça gibi saçlarını geriye atmaya çalışarak. “İşin var mı şimdi? Bizim eve gitmeye ne dersin?” Bıyıklarının altında ıslak ıslaktır dolgun dudakları.
Asılır kızın yüzü hafif. “Yok, benim şeye gitmem lazım.”
“Neye gitmen lazım.”
“… Eve gidicem.” Kesin ve aksidir kızın ses tonu.
“Tamam, sorun değil,” der Zafer ve uzanıp paneldeki büyükçe bir düğmeye basar.
Birden yüksek bir zırıltı eşliğinde tavan açılmaya başlar.
“Naapıyorsun?” der kız, kendince havanın soğuk olduğunu ima etmeye çalışarak.
Ama cevap vermez Zafer. Önündeki yola kilitlemiştir gözlerini.
Ve birden müthiş bir hızda havaya fırlar kızın koltuğu, altındaki yayın boşalışıyla. Haykırış gökyüzünün mavisine karışır. Kız yandaki araziye doğru uçar gider ve yavaşlayıp döndürür Zafer arabayı. Başka bir hatun bulabilme umuduyla yeniden üniversite çıkışına doğru yönlenirken koltuk da gıcırtılarla yerine oturmaktadır…

FossurGama Sunar: Bu da Kim Lan?

Mezara inmiş şapşal şapşal bakınıyordu Selim. Demek doğruydu bulduğu harita. “Amman be yavrum, vurdum sonunda voliyi be!” deyip ilerledi, elindeki gaz lambasının ışığında tilki gibi dört bir yana bakınarak. Sonra yerdeki altın lambayı gördü. Yakutlarla, kehribarlarla, akiklerle ustaca işlenmiş, insanın gözünü bırakın, kalbini de alıp sünger gibi sıkıyordu. Allaaah!” diye bağırıp üstüne atladı Selim. Alıp dikkatlice kaldırdı havaya. Dayanamayıp okşadı göğsüne yapıştırarak. “Ne güzel lan! Oooh!” Bir daha okşadı. “Zengin oldum ulen, zengin, hem de ne biçim.” Bir kez daha. “İstanbul’u alırım lan bununla, Boğaz köprüsünü alırım amına koyayım!” Garip bir uğultu, bir duman, sarsıldı lamba. Tuttu sıkıca Selim ve bir anda karşısına konuverdiğini gördü garip giyimli bir adamın. Şarlatan gibi giyinmiş, ayılama bir herif. Arap yüzüyle yaklaşıp konuştu: “Beni kurtardın, şimdi söyle sahip…”
“Siktir git lan,” diye var gücüyle haykırdı Selim ve bir anda tekme tokat girişti bedevi kıyafetli araba. Dışarı attı kendini cin ne olduğunu anlayamadan, üstüne başına inen darbelerden korkarak ve sonra kaçtı bu manyakla baş edemeyip yok olarak. Selim de hiç beklemeden koşturup gitti ağaçların arasında. Kurtarmıştı lambasını bir beleşçiden ve başkaca hiçbir şey yoktu o tömberlek kafasında. Var gücüyle koşuyordu evine doğru…

FossurGama Sunar: Bar Hizmeti

Birasından soğuk, esaslı bir yudum çekip çevresine bakındı Kerem. Bir iki kız vardı topu topu ama yine de keyifli bir atmosferle sarılmıştı bar. Müzik de kıyaktı. Fakat birden garip bir acı hissetti dudağında. Korktu da hissettiği soğuklukla. Hemen elini götürdü ve yıvış yıvış bir şeyler algıladı orada. Çekmeye çalıştı iğrenerek ama gelmedi o yapış yapış şey ve canı daha çok acıdı. Garson tepesinde bitmişti bir anda. “Bir şey mi oldu?”
“Bu ne be?” dedi Kerem kalkmaya çalışarak, “Çabuk al şunu!”
“Arkadaşım,” dedi garson anlayışlı bir şekilde gülerek. “Sülük o, zararlı bir şey değil ki?”
“Sülük mü?” dedi Kerem, hayvanın kuyruğu ağzına girdiği için zor bela.
“Evet, yeni hizmetimiz bu. Biralara koyuyoruz. Müşteriler bira içerken onlar da kirli kanı temizliyor.”
“Haa!” diyerek oturdu yerine Kerem ve utanarak birasına baktı. Salak gibi hissetti kendini korktuğu için ve “Bir patates getirsene bana bilader,” dedi.
Giderken “Çok tuzlama patatesi, çıkar o zaman yerinden,” dedi garson…

FossurGama Sunar: İki Yakın Arkadaş

Dalgalar kıpır kıpır birbirinin içine geçer, güneş tepeden insanların üstüne ateşini kusarken denizde ağır ağır yüzüyordu iki herif. Ortak noktaları şişko, kel, kırklı yaşlarda olmaları ve ikide bir ebleh bir şekilde birbirlerini dürtüp üzerlerine su atmalarıydı.
“Harbiden lan,” dedi burnunun dibi kaşlarının üstüne çıkmış gibi görünen, bir de utanmadan dişlek olan. “Niye daha çok buluşmuyoz anasını satayım. Kardeşim gibi seviyom lan seni. Allahsız pezevenk!”
“Ben de öyle amına koyayım,” dedi gergef suratlı olanı. Pörtlemiş gözleriyle sevecen bir şekilde bakmaya çalışıyordu. “Öl de öleyim bilader. Senin için köpek boku yerim Allahıma lan.”
“Yemek dedin de, ne yicez lan öğlen, şöyle et met alalım bi cız bız yapalım.”
“Ayıp ediyon abicim,” dedi öbürü, “Sana kuzular, danalar feda olsun.” Daha da konuşacaktı ama arkadaşı öbereey, diye bir ses çıkarıp götüne neft yağı sürülmüş gibi kendini denizden beline kadar dışarı atınca ve dönmeye çalışınca o da kafasını çevirip telaşla baktı ve o kara yüzgeci kendi gözüyle nah hemen karşısında gördü. Amanın! Nın nın nın nın sesleri kulaklarında, iskeleye doğru şapadak şupadak, birbirlerini iterek, ayaklarıyla vurup diğerini arkada bırakmaya çalışarak, sonra daha da abartıp kulaklarından falan çekerek yüzdüler. Kıyıdaki herkes delice bağırışlarından rahatsız olup dikilmiş onlara bakıyordu ve gördükleri, sonunda iskelenin merdivenine ulaşmış, birbirine okkalı tokatlar atarak bağıran, aşağı çeken adamların bu yüzden bir türlü yukarıya çıkamadıklarıydı. Arkalarında da bir yüzgeç tatlı tatlı salınarak yaklaşıyordu bu arada. Önce dişlek olan çıktı, peşinden de diğeri ve tıkanarak kendilerini yere attılar. Soluklarını düzenlemeye çalışırken doğruldular hala dehşet içinde ve peşlerinden yüzgeç oyuncağıyla iskeleye çıkıp aralarından geçen sarı çocuğu izlemek zorunda kaldılar, bir süre gerçekten de ne olduğunu anlayamayarak. Ardından yine birbirlerine baktılar ve insanların kıkırdamaları kulaklarında ayağa kalktılar.
“Gidip şurda bir bira içelim lan yemekten önce,” dedi pörtlek göz, kanayan yüzünü eliyle tutup gizleyerek.
“İçelim amına koyayım,” dedi dişlek. Kaşı iyice açılmıştı ve bir dişi de kırılmıştı sanki.

7 Mart 2008 Cuma

FossurGama Sunar: Tanıdın mı Beni?

Bankta oturmuş boğazdaki enfes manzarayı seyrediyordu Necati. Arkasında bir ses duydu ama böylesine bir şey de beklemedi hiç: Birden iki el gözlerinin önünde kavuşmuş, bir herif onu olduğu yere mıhlayıp, geri dönmesine izin vermeden kikirdemiş ve beklemişti.
“Nooluyo lan,” gibisinden haşin laflardan sonra “Kimsin oğlum? Serkan, sen misin?” demiş ve beklemişti Necati. Ama ne yanıt gelmiş ne de kafasını saran mengene bir gıdım gevşemişti.
“Hayati?”
“Kerem?”
“Muharrem?”
“Eee, yeter artık lan, bırak, sikicem bak.”
Sinirle dönmeye çalıştı, dirseğini bankın üstünden geçirip böğrüne indirmeyi denedi ama hiçbirisi kâr etmedi. Saymaktan başka çaresi yoktu. Bir sürü isim. Ve sonunda. “Adem!”
Gevşeyip çekildi eller. Kalktı hemen Necati banktan. Gözlerini ovuştururken döndü ve pala bıyıklı, iri yarı, yoluk yoluk yağlı saçlı, hiç de tanımadığı bir herif gördü karşısında pişkin pişkin gülen.
“Ben, ben, seni tanımıyorum ki arkadaşım,” dedi hafif çekingen.
“Ben de seni tanımıyom amına koyayım,” dedi herif ve gülmeye devam etti.

...